Zengezur ağaçları - Azad Karadereli
15.01.2022

Ağaç bu dünyanın kendisidir. Soyu tükenen her ağaçla dünya biraz daha küçülür. Küçükdür zaten. Benim gölgem bir ev gibidir. Ama sınırları olmayan, duvarları olmayan bir ev. Burada insanlar huzur içinde yaşar, kuşlar yuva yapar, köpekler yatar ve havlar, tilkiler ve çakallar geceyi dibimde geçirir. Ayrıca altımda kitap bile okurlar. Bir gün bir çocuk gölgemde yatıp tembellik ediyordu. Birden kucağına aldığı kitaba göz attı ve söylendi: "Aynı nehri iki kez geçemezsiniz."

Bu cümle kulağımda kaldı. Ama şu şekilde: "Bir ağaç aynı toprakta iki kez büyüyemez..."

Olurmuş ama!

Hatta üç kez!

Ne anlama geliyor?

Biraz sabredin, meraklanın, her şeyi anlatacağım!

Ben dünyanın en  talesiz  ağacıyım. Kabuğum sert, meyvem herkesin sevdiği türden değil, üstelik adım çürük. Başımdan geçenlerin beni ne hale getirdiğini anlamak için ancak ‘Peki neden sakız kibi kopmuyorsun?” diye sormanız gerek.

Ben dağların ağacıyım. O yüksek dağların yamaçlarında, biraz daha aşağıya doğru yerlerde biterim. Tarlaların sınır duvarlarında orakçılar kalın gölgemde otururlar, yakıcı sıcakta yanan  yüreklerinin odunu serin gölgemde söndürürler.  Çocukları gövdemden akan  gözyaşım  sıvının günlerce kuruyup sakıza dönmesini beklerler, sonra kibrit kutularına yığıp saklar istedikleri zaman zevkle çiğnerler…

Size kolay gelebilir ama sakız toplamak öyle herkesin yapabileceği bir şey değildir. Sakızı bulmak bile bir meslek işidir: Kuş yakalamak balık yakalamak gibi…    

Herkes sakızımı bulamaz. Beyaz, bal kokulu sakız gövdemde nerede saklıdır oraya bakmalısın yoksa gövdemin ağlamasını beklemelisin.

Evet, bir gece canım isteyince "ağlıyorum". Bu "gözyaşları" yavaş yavaş kuruyor ve beyaza dönüyor. Beyazlaştıkça da sakıza dönüşüyor...

Sakızımı bulup koparmak zor bir iştir.  

Ama en zoru bu değil.

En ürkütücü olan, İran sakız fabrikalarında yapay malzemelerden gece gündüz pişirilen ve şeker ambalajlarına benzer renkli kağıda sarılan sakızlardır! Halkımız otuz yıldır o sakızları çiğniyor, çocuklarımız ve büyüklerimiz onları ağızlarına atıyor, çiğniyor ve balon gibi şişiriyor bile...

Oysa benim vücudumdaki sakız harika kokar yahu ...

Burası Bakünün Böyükşör Gölü. Çevresi bağ bahçe doludur. Eskiden burada bir kasaba vardı ve gölün adıyla şu yerleşime de Böyükşör deniyordu. Gün geldi, buraya bir stadyum yaptılar. Evler buldozerlere teslim edildi ve bu evlerin avlularındaki yeşillikleri, göz alıcı bahçeleri gören bilge bir adam, “Yıkımı bahçeye zarar vermeyecek şekilde yapınız. Yeşilliklere, özellikle bu ağaçlara dokunmayınız!” dedi.

Evler yıkıldı ama bu ağaçlar  kaldı!

Buralara nereden geldiğimi biliyor musunuz?

Eeeee... uzun hikaye...

Ben Göyçe Gölü’nün* kıyısında Göyçe ilçesine** bağlı Aşagi Şorca Köyü*** tarlasında, Göyça Gölü yakınında bir çift sakız ağacının dibinden çıktım. Ertesi yıl, yani 1988’de, Ermeniler Azerbaycan Türklerine saldırdığın zaman Hidayat, sınırdaki bir köyde yaşayan kuzeni tarafından gönderilen ZIL kamyonuna evini yüklediğinde, bahçesinden bir dut fidesini çıkarıp arabanın yük yerine attı. Diyelim ki Ermeni sakallı adamları iki saat vakit vermişdi ve Hidayət ailesini arabaya bindirdi ve Orta Yol'daki mülteci kervanına yetişmek için hızla uzaklaştı. Ama sığır yatağının üstündeki tarlaya gelince arabayı durdurdu, kaçtı; tarlanın ortasında bulunan büyük bir sakız ağacının gövdesinden beni çıkardı aldı ve dut fidesinin yanına koydu ...

Hüseyinbey'in çayırından geçtiler, Hidayet'in karısı yıllarca diktikleri bahçeye baktı, gözlerinden yanaklarına, sonra göğsüne yaşlar aktı ve sanki o yaşlar kelimesi kelimesine yeniden canlandı. Söz için içini çekti kadın bir bayatı**** okudu, gökyüzündeki kuşlar kanatlarını korudu:

Söz kaldı el gelende

Çırmandı sel gelende

Güzel bir bahçe yaptım

El gele gölgelene

Girde adlı ormanı geçerken Hidayat, arabasını tekrar durdurdu, indi, tarlanın çimenlerine uzandı, kokladı, kokladı, sonra kalktı ve uzaktaki tek meşeye sarıldı. Sonra onun fidanlarından birini çekti ve onu da çıkarıp kamyondakı diğer fidanların yanına koydu. Sonra genç armut fidesinin dibini elleriyle oydu ve onu da alıp kamyondaki fidanların yanına koydu.

***

Eski kamyonunu Bakü'de bir gölün üzerinden sürerken gölün yakınındaki küçük bir yerleşim yerine baktı ve şehirde bir üniversitede okuyan oğluna sordu:

-Buranın adı ne?

-Büyükşor***** Gölüdür dede... Gölün adı kasabaya da verilmiş.

-Evet?! Büyük Şor?! Bir dakika dur…

O “dur” kelimesiyle durdular. Adam göle baktı. “Öldür beni, buradan öteye geçmem”, dedi. Oğlu, “Dede, enstitümüzün yurdunda iki odam var, oraya gidelim” dedi. Adam hayır dedi buraya düşelim...

Kasabadan yaşlı bir adam çıktı, ailenin mülteci olduğunu gördü ve şöyle dedi:

-Nereden geldiniz? ..

Hidayet sigarasını yaktı:

-Zangazurruyukh, Goychaliyiy… Ashagi Shorcadanikh ... Oğlum işte burası da Shorcadı... Buraya bir ev yapacağım...

Adam:

-Gel, ay adam. Ben de Göyçalılıyım... 50'li yıllarda bura geldim... Yapı malzemeleri dahil burada size beş yüz metrekarelik bir alan vereceğim... İnşa et, yap, yarat... Bahçe yap... Bir taş koyarsan duvar olur, bin taş koyarsan ev olur...

*** 

Hidayetin ailesi o vakitten beri  Büyük Şor’un kıyısında kaldı. İki gözlü ev, önünde kocaman bir balkon, cam, banyo, tuvalet... Ve sonra bahçe... Bak bana bak, bu sakız ağacını - beni o sırada burada bitirmiş, 1989'da... bak... , bak, bak, o da bir meşe ağacıydı, bak şimdi ne kadar uzun, kucağına sığmaz... Hâlâ o Shorca kızı – kızbiləkli armut! Vay! Tadına doyamazsın... Sen canım, şu avucuna bak! Bir kanadı beyaz dut, diğer kanadı kara dut! Vay! ..

Ev havaya uçtu, cam ve banyo. Pekala, biz, Aşağı Shorca'dan Büyük Sora'ya kadar olan ağaçlar burada kaldık. Umarım sonsuza kadar kalırız... Amma dedim...

Eeeee... Yeğenim, acılar dünyası, bakma ağaç gibiyim, sağlam bir ağacım. Ben, bir yerden bir yere seyahat eden o Hidayet adamının soyundanım. Nereye gittilerse bizi de götürdüler. Ağacımız ağaç, yeşerdik, büyüdük...

Bak, o ağaç hepimizden uzun. Bizim göremediklerimizi görebilir. Halkımızın, yani o Hidayet adamının soyundan gelenlerin, sözü bir araya getirip, o soyundan olmayan kavme karşı tam 44 gün savaştığını ve Karabağ'a döndüğünü duydu... Biz ağaçlar, bu haberi duyduk ve burada ünnəşdik****** , birlikte yapraklarımızı çırptık, oynadık, oynadık. Hala bir söz duydum, Zengazur sırada dediler!.. Zengazur varsa Sorca var, lele...

Doğru, burayı sevdik, Şordu burada, Büyük Şordu... Şorca farklı bir şeydi...

Bu konuşmayı duyduğumuzda şok olduk ve fısıldaştık.

O gün iki askerin dibimize geldiğini gördüm, biri fidanlarımızdan bir ya da ikisini kaptı ve çıkardı... Yanındaki adama ne derdi?

"Onları Aşağı Shorca'ya götüreceğim. Dedeme söz verdim. Oraya ekeceğim ... ”

Hidayat'ın  kendisi olduğunu gördüm! Muhtemelen torunu...

Her yürüyüşün bir dönüşü vardır dediler.

Sıra bizdeydi, sıra bizdeydi.

O bir gedişin bir gelişi de olmalıydı. Oldu ...

Bakü, 4.7.2021

* Ermenistanın erazisinde yerleşen göl. Ermeniler Sevan adlandırmış.

**Ermenistanın arazısında yerleşen il, bir vahtlar Azərbaycan türklerinin yaşadığı topraklar.

***Ermenistanın erazisinde yerleşen, bir vahtlar Azerbaycan türklerinin yaşadığı köy.

****Bayatı – Azerbeycen folklorunde şiir növü. Dört misradan ibaret olur. “Bay”, “boy” kelmesindendir. “Boy boylamak, soy soylamak” kibi.

*****Şor, Şorca – Duzlu  anlamındadır. “Büyük şor” – büyük duzlu göl  anlamındadır.

******Ünneşmek – Seslenmek, ses-sese verib okumak.

Azad Karadereli

Gerçekedebiyat.com